Türkçe ibadet olur diyen Yaşar Nuri ve avenesine cevap
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
Türkçe Kur’ân olur diyen Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya Beyaz kafasındaki ilahiyatçılara Elmalılı Hamdi Yazır’dan cevap:
“Türkçe Kur’ân mı var behey şaşkın?”
***
Ülkemizde müslümanların bir kısmı maalesef dini meselelerde cahil bırakılmıştır. Bu yüzden birtakım bozguncular tarafından ortaya atılan “süslü” iddiaların dini mesnedinin olup olmadığına bakılmadığı gibi, siyasi ve sosyal neticeleri de çoğu zaman hesap edilmez. Tam aksine iyi niyetli bir görüş olduğu zannedilerek kolayca kabul görür. Anadilde ibadet meselesinde de durum bundan farklı değildir. Bir an için Anadilde ibadeti kabul etsek dahi bunun tatbikine imkan olmadığı gayet açıktır. Mesela Avrupa’da çeşitli milletlere mensup müslümanlar yaşıyor… Bunların arasında türk, kürt, arap, acem, fransız, alman, afrikalı, endonezyalı ve pakistanlı vs. müslümanlar var. Peki bu müslümanlar namazlarını hangi Cami’de kılacaklar? Fransızca ibadet eden bir müslüman ile almanca ibadet eden bir müslümanın aynı camide namaz kılmalarına imkan var mı? O halde farklı milletlere mensup müslümanlar aynı mahallede ikamet etseler bile camilerini ayırmak mecburiyetinde kalmayacaklar mı? Işte bu, müslümanları ayırmaktır… Bölüp parçalamaktır. Tam da emperyalistlerin arzu ettiği manzaradır. Böyle birlik, böyle vahdet olabilir mi?
Yaşar Nuri Öztürk gibi bazı “sözde” din adamları, “Türkçe ibadet” konusunu anlaşılmaz bir şekilde ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyorlar. Halbuki Kur’ân Arapça’dır ve Arapça olarak indirildiği birçok ayetle sabittir. Bu ayetlerden yalnızca 4 tanesini zikretmekle iktifa edelim:
“Muhakkak ki, biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap olarak indirdik.”[1]
“Ve işte biz o Kur’ân’ı Arapça bir hüküm olarak indirdik.”[2]
“Pürüzsüz Arapça bir Kur’ân (indirdik ki, Allah’ın azabından) korunsunlar.”[3]
“Bu Kur’ân ise apaçık bir Arapçadır.”[4]
Kur’ân’ın Arapça indirilmesinin en birinci sebebi, muhataplarının Arap olması ve Arapça konuşmasıdır. Kur’ân onlara bir “öğüt”, “hatırlatma” ve “uyarı” olarak indirildiğine göre, muhataplarının diliyle indirilmesi son derece tabiidir.
Allah Kitabı’nı, onun ilk muhatabı olan Arap toplumunun anlayacağı dilden ve kolaylaştırılmış olarak indirmiştir.[5] Ilk müslümanlar hem kendileri Kur’ân’ı anlamışlar hem de Islam’ı yaydıkları yeni kavim ve milletlere de onların dilleriyle anlatmışlardır. Yani, yaptıkları “tebliği”, her milletin kendi dilinden yapmışlardır.
Işte Kur’ân’da sıkca zikredilen “anlayasınız diye sizin dilinizden indirdik” mealinden hareketle, Türkçe ibadeti savunanlar şöyle demektedirler:
“Biz Arap olmadığımıza göre, kendi dilimize yapılacak bir tercümeyi ibadetlerimizde okumalıyız. Çünkü yukardakı ayetlerde açıkça vurgulanan nokta; Allah’ın bizden Kur’ân’ı anlamamızı istediğidir. Bizim anlamamız için ise Kur’ân’ın Türkçe olması şarttır.”
Bu görüşte olanlar kendilerine şu ayeti de delil olarak almaktadırlar:
“Biz, her peygamberi, ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın.”[6]
Yukarda da işaret ettiğimiz gibi, bu ve benzeri ayetler, “tebliğin” dilinden bahsetmektedir. “Ibadetin” dilinden değil. Biz, bu ikisi arasında bir fark olduğuna inanıyoruz. Bu farkı şöyle bir prensiple ifade etmemiz mümkündür:
“Tebliğin dili, her milletin kendi dilidir. Fakat, ibadetin dili dinin indirildiği dildir.” Zira yukardaki ayetin açıkladığı genel prensibin “tebliğe ait” olduğu son derece açıktır.
Demek oluyor ki “tebliğ” yapan kişiler bu tebliği muhataplarının dili ile yapacaklardır. Bu durum, hem Ilâhi maksadın hem de aklın gereğidir.
Bizim bu noktada “tebliğ dili” ile “ibadet dili”ni bir birinden ayırt etmemiz, ana dilden ibadet yapma yaklaşımının özündeki bir yanlışı ortaya koymak isteyişimizdendir.
Bu yanlış şudur:
Kutsal bir metni, o metnin indirildiği dilin dışındaki bir başka dile her kim çevirirse çevirsin, bu çevirinin Kur’ân’a bire bir eşit olamayacağı gayet açıktır. Yani, ne kadar iyi tercüme edilirse edilsin, kim tercüme ederse etsin, bu tercüme Kur’ân’a eşit olamaz. Bu konuda bütün filologlar ve edipler aynı kanaati izhar etmişlerdir. Hatta bu kanaat, Kutsal metinler değil, her hangi bir edebî metin için de böyledir. Yani, bir dilde yazılan veya söylenen bir ifadeyi, aynısıyla diğer bir dile aktarmak imkansızdır. Bunun anlamı, bir dile ait bir şey ancak o dil ile aktarılınca aynısı ifade edilmiş olur. Ancak, bir metni açık ama ve yorumlarla anlamak ve anlamaya çalışmak bahsimizin dışındadır. Biz bire bir aktarımı tartışmaktayız. Bu gerçek sebebiyledir ki: “Türkçe Ibadet” olsun diyenler de, tercümelerin ayrı Kur’ân olmadığını kabul etmekdedirler.
Biz, tercüme ile Kutsal metni karşılaştırırken şöyle bir görüş ileri sürmekteyiz:
Arapça olarak indirilmiş olan Ilâhi bir Kitab’ın bir başka dile yapılacak tercümesinin “ibadetlerde” okunabilmesi için, bu tercümenin bizzat Allah tarafından yapılmasi gerekmektedir. Ancak o takdirde bu tercüme ile önceki indirilen Kutsal metin bir birine eşit olabilir. Çünkü her ikisi de aynı Kutsal ve Müteâl kaynaktan gelmektedir. Eğer tercüme bu şekilde olsa, hem ibadetlerde hem de diğer okunması gereken yerlerde okunabilir. Hiç bir fark ortaya çıkmaz. Aksi halde, yani bir insanın yapacağı eksik-gedik bir tercümeyi Ilâhi bir Kelam’ın yerine okuyamayız. Bu görüşümüzü te’yid eden Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu konuyla ilgili şu görüşlerini aktarmak istiyoruz:
“Şimdi insaf ile düşünelim. Bu şerâit altında Kur’ân’ı tercüme ettim veya ederim diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olur? Doğrusu Kur’ân’ı cidden anlamak, tetkik etmek isteyenlerin onu usulüyle Arabî yolundan ve tefâsir-i merviyyesinden anlamağa çalışmaları zarurîdir. Kur’ân’ın falan tercümesinde şöyle demiş diyerek ahkâm istinbâtına, mes’ele münâkaşasına kalkışmamalıdır: Bunu, îmanı olanlar yapmaz, kendini bilen ehl-i insaf da yapmaz.
Kur’ân’dan bahsetmek isteyenler, onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Maamafih öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’ân’ı harekesiz olarak şöyle dursun harekesiyle bile dürüst okuyamadığı hâlde onun ahkâm ve maanîsinden ictihâda kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki, Kur’ân’ı anlamıyor ve tefsirlere, müfessirlerin te’villeri karışmıştır diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’ân’ı tetkik etmiş olacağını iddia ediyor. Düşünmüyor ki, okuduğu tercümeye âlim müfessirlerin te’vili değilse, câhil mütercimin re’yi ve te’vili, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki, Kur’ân tercümesi demekle ikitfâ etmiyor da “Türkçe Kur’ân” demeğe kadar gidiyor.
Türkçe Kur’ân mı var behey şaşkın?”[7]
Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadelerinden tercümelerin asla Kur’ân sayılamayacağını ve onların Kur’ân’ın okunması gerektiği ibadet mahallerinde okunamayacağını anlamaktayız. Biz, Kur’ân’ın başka bir dile yapılan tercümesiyle ibadet edilmesine karşıt görüşlerimizi bu bağlamda ele alıyoruz. Yani, Kur’ân’ın tercüme edilemez oluşundan yola çıkarak, yapılacak eksik gedik bir tercümenin Kur’ân yerine kâim olarak ibadet esnasında okunmasını, Kur’ân’da zikredilen birçok ayetle çelişkili görmekteyiz. Ayrıca başta “Müteşâbihât” ayetler olmak üzere, “Mukattâ” harfleri gibi birçok Kur’ân ayetlerinin, değil tercümeleri, anlamlarını bile bizim bilmemizin mümkün olmadığı yine ayette bildirilmektedir. Bize, onlarla neyin kastedilmiş olduğuna iman edip, bunların Rabbimizden olduğunu kabul etmemiz emredilmektedir.[8]
Durum böyle olunca, bir başka dile bu önemli özellikleri nedeniyle de tecümesi adeta imkansızlaşan bir Kutsal Kitab’ın okunduğu ibadet mahallinde, tercüme de okunabilir diye iddia etmenin ne derece isabetli olduğu iyi düşünülmelidir.
Kur’ân birçok ayette, kendisine benzer bir Kitab’ın getirilemeyeceğini, hatta bir suresinin bile benzerini getirmenin imkansızlığını (I’caz) açıkça bildirmektedir. Buna Kur’ân’ın “Tahaddî”si, yani meydan okuması denilmektedir. Indiği devrin “Edebî” yönden gelişmiş ve temayüz etmiş bir çağ olması da dikkate alınırsa, bu meydan okuyuş daha da bir önem arzeder. Bütün Islam alimlerinin ittifakıyla Kur’ân’ın bu mucizelik yönü, yani bir benzerinin getirilemeyeceği kıyamete kadar da geçerlidir. Böylece Kur’ân’ın bizzat kendisi, kendisinin yerine konulacak bir “benzer”in imkansızlığına, gayet açık bir şekilde dikkatleri çekmiştir. Bu konudaki bazı Kur’ân ayetleri şöyledir:
“Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz. Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının.”[9]
“De ki: “Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir.”[10]
Kur’ân’ın bir benzerinin getirilemeyeceği, onun diğer bir dile de aynısıyla tercüme edilemeyeceğini de ayrıca ifade eder. Yani, Kur’ân’a ne indirildiği dilden ne de bir başka dilden eş ve benzer getirilemez. Bu ayetler, bu anlamda tercümeleri de içine almaktadır. Ancak, Kur’ân’ı bire bir eşitlikle çeviremeyeceğiz demek, “ibadet haricinde” onu anlayabilmek için tefsir kitaplarına müracaat etmeyeceğiz demek değildir.
Ama tefsirleri, kendi dilimizle ibadet edeceğiz diyerek okumaya kalkmamızın ne derece akıl dışı olduğu her türlü izahtan varestedir.
Yaşar Nuri Öztürk çıkıp canlı bir televizyon yayınında “Elif, Lâm, Mîm” mukattâ harfleri, “A,B,C” gibi alfabe harfleridir diyebiliyor ve Türkçe ibadeti savunuyor. Böyle bir iddianın gayr-ı ciddî ve gayr-ı ilmî olması bir yana, yukarıda zikretmiş olduğumuz “Tahaddî” ayetleri ile çeliştiği açıktır. Eğer bu ayetler sanıldığı gibi basit harfler olsaydı, o tarihte hayatta olan yüzlerce şair ve edip Kur’ân’ın bu meydan okuyuşuna hemen bir karşılık verip Islam davasını söndürebilirlerdi. Halbuki tarih böyle bir başarıyı müşrikler adına kaydetmemektedir. Aksine, bu kolay yolu bırakıp kılınçla mücadeleyi tercih ederek mal ve canlarını tehlikeye atmaları, Kur’ân’a benzer bir kitap getirmenin imkansız oluşunun tarihî olarak isbatı ve şahididir.
Türkçe ibadetin gerekliliğini savunanlar, Namazda Kur’ân okumanın gerekmediğini iddia etmektedirler. Bu yaklaşım kendi içinde iki temel noktaya dayanmaktadır. Biri, Kur’ân’da konuyla ilgili emir ya da açıklamanın olmadığı, diğeri de namazın bir “Dua” olduğudur.
Halbuki Kur’ân’da namaz kılarken Kur’ân okumamız gerektiğine dair hem açıkça, hem de işaret yoluyla emirler vardır. Bu nedenle, “Kur’ân’da bize namazda Kur’ân okumak emredilmiyor” demek doğru değildir. Bu iddia, yeterli Kur’ân araştırmasına dayanmayan basit bir iddia seviyesinden öte geçemez.
Namazda Kur’ân okumamızı açık bir şekilde ifade eden bir ayeti burada zikrediyoruz:
“Sana **vahyedilen** Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”[11]
Bu ayet gayet açık bir şekilde Namazda Kur’ân okumamız gerektiğini emretmektedir. Namazda Kur’ân okumamızın gerektiği bu şekilde ayetle sabit olunca, tercümenin değil, ancak orjinal metnin kendisini okuyacağımız da sabit olur. Çünkü Allahu Teala’nın namazda okumamızı istediği “Vahyedilen” Kur’ân’dır. Tercümelerin ise böyle bir “vahyedilmiş” olma özelliği yoktur. Işte bu ayet, namazda okunacak metnin, “vahyedilmiş” olma özelliğini ayırıcı bir şart olarak zikretmektedir.
Bir ayet daha yazıp “Namaz Dua mıdır?” bahsine geçelim:
“Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.”[12]
Arapça bilenler için Arapçası’nı da yazıp bir noktaya dikkat çekelim:
أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا
Bu ayette geçen: “قُرْآنَ الْفَجْرِ” = “Kur’âne’l-Fecr” ifadesi sabah namazında açıktan okunan Kur’ân’a işarettir.[13]
Ana dilden ibadeti savunanların ikinci temel dayanakları, namazın “Dua” olduğu tezidir. Bu anlayışa göre, “namaz madem ki duadır. O halde kul bu duayı anladığı dilden ve istediği gibi yapabilmelidir.”
Namazın dua olduğu iddiası, Kur’ân’da zikredilen ve namaz olarak tercüme edilen “Salah” kelimesinin lügat anlamından kaynaklanmaktadır. Önce bu kelimenin Kur’ân’da hangi anlamlarda kullanıldığına birkaç örnek verelim…
Salah: (S-L-Y) Bu, kelimenin Arap dilindeki kök halidir. Bu kök halindeki anlamı da, ateşe atmak, ateşte pişirmek, kuzuyu kebap yapıp ateşte pişirmek anlamına gelmektedir. Bu kök anlamındaki yanmak ve pişmek anlamında Kur’ân’da da geçmektedir:
“Bugün yaslanın (girin) ona (Cehenneme) bakalım inkâr ettiğiniz için.”[14]
اصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ
Burada اصْلَوْ = “Islav” kelimesi ateşe atılmak ve orada yanmak anlamında kullanılmıştır.
Çoğulu “Salavât” olan “Salah” kelimesi, Yahudi tapınağı “havra” anlamına da gelir. Bu anlamıyla da Kur’ân’da zikredilmiştir.[15]
“Iftiâl” babından kullanımında “Istalâ” olarak ateşte “ısınmak” anlamına gelmektedir:
“Artık Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: «Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber, yahut **ısınmanız** için o ateşten bir parça getiririm» dedi.”[16]
Daha bir kısım anlamlarının olduğunu gördüğümüz bu kelime, “Salatün” şeklinde kullanıldığında “dua” anlamına gelmektedir. Aynı kelime namaz anlamında da zikredilmektedir. Ancak namaz için kullanıldığında genellikle “Ikâme” ifadesine de yer verilir ve beraber ifade edilir.
“…Bir de haklarında hayır dua et. Çünkü senin duan kalblerini yatıştırır…”[17]
Bu kelimenin yalnız başına “Salah” olarak zikredilipte namaz anlamına geldiği şu ayeti de burada zikredelim:
“Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.”[18]
Kur’ân-ı Kerim’de bu kelimenin başka kullanımları ve anlamları için dipnotta verilen kaynağa bakılabilir.[19]
Bu verilen anlamlardan sonra, Kur’ân’da geçen “Salah” duadır diyerek, bu kelimeyi sadece dua anlamıyla anlamanın ne derece yanlış bir Kur’ân anlayışı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Namazın dua olmadığını, bu kelimenin kullanımlarından anlayabileceğimiz gibi, Kur’ân’da açıkça zikredilen “Dua” anlamındaki kelimeden de anlayabiliriz. Çünkü Kur’ân bize dua etmemizi istediğinde bunun için “Salah” kelimesini değil, “Dua” kelimesini kullanmaktadır. Ayette geçen “Dua” kelimesini görebilmeniz için tercümenin altına Arapça metini ekliyoruz:
“Şayet kullarım, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana **dua** edince, duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.”[20]
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Her hangi bir ihtiyaçtan dolayı yapılan duaları da Kur’ân yine bu “Dua” sözcüğüyle anlatmaktadır. Bunlar için “Salah” kelimesi kullanmamaktadır. Bir diğer örnek için de şu ayetler verilebilir:
“Orada Zekeriyya, Rabbine **dua** etti: «Rabbim! Bana katından hayırlı bir nesil ver. Şüphesiz sen, duayı hakkıyle işitensin» dedi.”[21]
هُنَالِكَ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُ قَالَ رَبِّ هَبْ لِي مِن لَّدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةً إِنَّكَ سَمِيعُ الدُّعَاء
*
“İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün gönlünü vererek Rabbine **dua** eder…”[22]
…وَإِذَا مَسَّ الْإِنسَانَ ضُرٌّ دَعَا رَبَّهُ مُنِيبًا إِلَيْهِ
Bu ayetler, insanın bir ihtiyacı nedeniyle yapacağı duayı “Salah” olarak değil “Dua” olarak zikretmesi, namazı dua olarak anlayanların anlayışlarının doğru olmadığını göstermeye yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Ayrıca namazın dua olduğu anlayışı mantıksal bir çelişki içermektedir, dolayısıyla yanlıştır.
Namaz = Dua’dır diyebilmemiz için, Dua = Namaz’dır da diyebilmeliyiz. Mantıksal olarak bu önermelerden biri doğru ise diğeri de zorunlu olarak doğrudur. Şayet bu önermelerin doğruluğuna evet denirse, o zaman şu suale doğru bir cevap verilmesi gerekmektedir:
Ellerini kaldırmış bir saattir dua eden bir kul kaç rekat namaz kılmış sayılacaktır?
Elbette buna verilecek tutarlı hiçbir cevap olamaz. O halde Namaz = Dua gibi bir yaklaşım yanlıştır.
Bu takdirde doğru olanı göstermemiz gerekmektedir.
Bu da şudur:
Namaz, içerisine duayı da alan çok yönlü bir ibadettir. Bu ibadetin içine dahil edeceğimiz yüzlerce manevi ve mistik hallerden ve hikmetlerden bahsedebiliriz. Bu meyanda dua, namazın taşıdığı anlamlardan bir anlam, ona dahil olan hikmetlerden bir hikmettir. Ama namaz asla sadece bir dua değildir.
Türkçe ibadetin gerekliliğini savunanların bir başka iddiasına göre, Imam-ı Azam Ebu Hanîfe yabancı dilde ibadete cevaz vermiştir!
Imam-ı Azam Ebu Hanîfe hakikaten yabancı dilde ibadete cevaz vermiş midir?
Hanefî Fıkhının en önemli kaynaklarından olan el-Mebsût müellifi Serahsî, namazda Farsca okumaya ilişkin Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının görüşlerini nakletmektedir. Serahsî, Ebu Hanîfe’nin (rahimehullah) görüşüne, Imam Ebu Yusuf ve Imam Muhammed’in katılmadığını belirttikten sonra özetle şunları söylemektedir:
“Ebu Yusuf ve Muhammed (Allahu Teala ikisine de rahmet eylesin), Kur’ân’ın mu’ciz[23] olduğunu söylemişler ve başka dillerde bu özelliğin bulunmadığından da hareketle tercümenin namazda okunmayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Ebu Hanîfe ise, Farslıların (Iranlılar) Selman-ı Fârisi’ye yazmış oldukları bir mektubu kendine delil almıştır. Bu mektubda Iranlılar; Selman-ı Fârisiye, **dilleri Arapça söylemeye yatışıncaya kadar** Fatiha’yı kendilerine Farscaya tercüme etmesini istemişler. Işte bu rivayete dayanarak Imam, tercümenin okunabileceği ictihadında bulunmuştur.”[24]
Imam Serahsî’nin (rahmetullahi aleyh) hiç bir kaynak ve senet zikretmeksizin yaptığı bu naklin ilmî hiç bir değeri olmamasına rağmen, Yaşar Nuri gibi Türkçe ibadeti savunanların bunu delil almaları doğrusu düşündürücüdür. Birçok sahih hadisi bile reddedenlerin, bu son derece zayıf bir rivayete sarılmaları ilmî araştırmalar adına üzücüdür. Ayrıca, bu rivayette açıkça Iranlıların “Dilleri yatışıncaya kadar…” şeklindeki kaydı görmeden bunu genel geçer bir delil saymak son derece sakıncalı bir çıkarımdır.
Türkçe ibadeti savunanların ellerinde delil olarak sadece bu fetva vardır. Bu fetva el-Mebsût’ta zikredilmektedir. Zayıf ve senetsiz bir rivayettir. Sahih bile kabul etsek, dikkat edilmişse rivayette, Iranlılar bir kayıt koymuşlardır. “Dilleri yatışıncaya kadar.” Ebediyyen değil. Bu önemli bir noktadır. Zaten uygulaması da sürekli olmamıştır. Ayrıca Ebu Hanîfe’nin de görüşünden daha sonra vazgeçmiş olduğu aynı kaynakta nakledilmektedir.
Nitekim Hanefîlerin büyük Alimlerinden Ibn Abidîn (rahmetullahi aleyh) de, konuya ilişkin Hanefî görüşleri aktarırken, Ebu Hanîfe’nin bu görüşünden daha sonra döndüğünü ifade etmekte ve bu durumun namaz kılacak kimsenin Fatiha’yı okumaktan aciz olması şartına bağlı olduğunu da özellikle belirtmektedir.[25]
Ibn Kudâme’nin (rahmetullahi aleyh) el-Muğnî isimli eserinde şunlar verilmiştir:
Ebu Hanîfe’nin namazda tercümenin okunacağına dair görüşünden döndüğü ve bu görüşle ne Hanefîlerin ne de başkalarının amel etmediği nakledilmiştir. Namazda Kur’ân’dan başka bir şeyin okunmayacağında alimlerin icmâı vardır. Namazda Arap olmayanların tercüme okuyabilecekleri görüşü, insanların dinden çıkmalarını kolaylaştırmak gibi bir art niyete dayanmaktadır.[26]
Kaldı ki, Hanefî mezhebinin mutlak müçtehidi her ne kadar Ebu Hanîfe ise de, Ebu Yusuf ve Imam Muhammed gibi bu mezhebin büyük Imamlarının bu görüşe karşı çıkmış olmaları dikkate alınmalıdır. Özellikle de Hanefî mezhebinde, bu iki imamın görüşü birleşince amelin ve fetvanın onların görüşlerine göre olduğu unutulmamalıdır.[27]
Türkçe ibadeti benimseyenler, Allahu Teala’nın dilinin olmadığı, dolayısıyla geçmiş milletlere de onların dilinden ayetler ve Kitaplar indirdiği şeklinde bir argüman getirmekte ve bu görüşlerini de şu iki ayetle (Elmalılı meali) delillendirmektedirler:
“O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardı.”[28]
“Kuşkusuz bu ilk sahifelerde vardır, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde.”[29]
Bu yaklaşımın yanlış olduğunu ifade etmiştik. Yani, Hz. Ibrahim ve Hz. Musa (aleyhisselam)ın sahifelerini onların dilinden indiren Allah’ın bizzat kendisidir. Yoksa bir beşerin tercümesi değildir. Işte bu önemli nokta gözden kaçmaktadır. Eğer bizim dilimizden de Allah bizzat kendisi bir Kur’ân indirse idi, tereddütsüz biz onu hem namazda hem de başka ibadetlerde okurduk. Demek istiyoruz ki, geçmiş ümmetlere onların dilinden inen Kitapları alimler tercüme etmemiş, onları bizzat Allah o dilde indirmiştir. Bu önemli farkın mutlaka dikkate alınması gerekmektedir.
Kaldı ki, söz konusu ayetlere böyle bir mana verilmesine Kur’ân’ın bütünü izin vermemektedir. Yukarıda zikredilen ayetlerin delil oluşu, birincisindeki “هُ” = “O” zamirinin; ikincisindeki “هَذَا” = “bu” ism-i işaretinin bir bütün olarak Kur’ân’ı ifade ettikleri varsayımına dayanmaktadır. Yani “evvelkilerin kitaplarında”, “Ibrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde” var olan şey Kur’ân’ın bütünüdür.
Gerçekten de eş-Şuarâ, 196. ayetinin sibâkı, bu görüntüyü vermektedir:
192 – Ve muhakkak ki O (Kur’ân) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
193 – (Resulüm!) Onu Rûhu’l-emin (Cebrail) indirdi;
194 – Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine;
195 – Açık parlak bir Arapça lisan ile.
196 – O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardı.
Bu ayetlerde üç kere geçen “هُ” = “O” zamirlerinden ilk ikisi zaruri olarak Kur’ân’a delalet etmektedir. Zira, uyarıcılardan olsun diye Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin kalbine Cebrail (a.s)’in indirdiği şey Kur’ân’dır. Bunda şüphe yoktur. Üçüncü zamiri de, ayetlerin söz akışına göre “Kur’ân” olarak almak tabii gözükmektedir. Doç. Dr. Halil Altuntaş bu konuda şunları yazmaktadır:
“Kur’ân’ın bütünü böyle bir anlayışa izin vermemektedir. Zira Kur’ân, tarihi olarak, sözü edilen semavi kitaplardan sonraki dönemlere ait olayları da gündeme getirmektedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve Ashabı’nın yaşadığı olayları ele almaktadır. Bizzat Hz. Peygambere (s.a.v) yönelik ayetleri ihtiva etmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Bunların, evvelki kitaplarda yer almış olması düşünülemeyeceğine göre, ikinci zamir Kur’ân’ın kendisine, muhtevasına delalet ediyor olamaz. Bu sebeple, zaruri olarak üçüncü (هُ) zamirine bir “muzaf” takdir etmek gerekiyor. Mesela el-Kurtubî bu zamiri, “onun nüzulünün zikri” diye yorumlarken[30], ez-Zemahşerî ve Ebu Hayyan el Endelusî onu “şüphesiz bu Kur’ân, yani onun zikri”[31] diye açıklamışlardır.”[32]
Dinin emretmiş olduğu ibadetlerin pek çoğunda insanın aklî olarak anlayamadığı ama yapması istenen ibadetler vardır. Anlamayı sadece okunan şeylere indirgemek ve onları ille de anlamak gerektiği gibi bir “Rasyonelciliği” savunmak bizi çıkmazlara götürür. Örneğin, biz namazda yaptığımız hareketlerin de anlamını okuyamıyoruz. Bunların tercümeleri de yoktur. Namaza başlarken ellerin kalkıp tekbir alınmasının, ayakta durmanın, rükua eğilmenin ve secdenin, keza, secdeyi iki yapıp da rukuyu bir yapmanın v.s. anlamlarını bilmiyoruz. Ama bunları yapıyoruz. Ayrıca bu hareketlerin Türkçesi, Arapçası yoktur. Bunların bize Kul olarak Allahu Teala’nın hoşnutluğunu kazandırdığını düşünür ve yaparız. Bir diğer örnek hacdır. Kabe’yi dönmenin, şeytan taşlıyorum diyerek dikili taşlara taş atmanın, Arafat dağında gün boyu ayakta durmanın da anlamlarını bilemiyoruz ve tercüme de edemiyoruz. Ama yaparken büyük bir haz duyduduğumuza asla şüphe yoktur.
Şu ayet meali de (Elmalılı Meali) meseleyi gayet açık bir şekilde özetlemektedir:
“Onun için Kur’ân’dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin).”[33]
Netice itibariyle namazda “meal”lerden değil de “Kur’ân”dan okumamız gerektiği ayetle sabit bir husustur. Türkçe Kur’ân olmadığını ise evvelce delilleriyle zikretmiştik.
Son sözü Elmalılı Hamdi Yazır söylesin istiyoruz:
“Türkçe Kur’ân mı var behey şaşkın?”[34]
.
**********
.
KAYNAKLAR:
.
[1] 12-Yusuf Suresi 2. (Hepsi Elmalılı mealinden.)
[2] 13-Ra’d Suresi 37.
[3] 39-Zümer Suresi 28.
[4] 16-Nahl Suresi 103.
[5] 54-Kamer Suresi 17. Ayrıca bakınız Ayet no: 22, 32, 40.
[6] 14-Ibrahim Suresi 4.
[7] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Istanbul 1960, cild 1, sayfa 15.
[8] Bu konudaki ayet 3-Al-i Imran Suresi’nin 7’inci ayetidir:
“Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, “Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.” derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.”
[9] 2-Bakara Suresi 23, 24.
[10] 17-Isra Suresi 88.
[11] 29-Ankebut Suresi 45.
[12] 17-Isra Suresi 78.
[13] Burada (17-Isra Suresi 78) ifade edilen “Sabah Kur’ân’ı” ifadesi hakkında Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinin ilgili ayetine bakılabilir.
[14] 36-Yasin Suresi 64.
[15] 22-Hacc Suresi 40.
[16] 28-Kasas Suresi 29.
[17] 9-Tevbe Suresi 103.
[18] 4-Nisâ Suresi 103.
[19] Isfehânî, Râgıb, el-Müfredât Fî Garîbi’l-Kuran, Beyrut, sayfa 285, 286.
[20] 2-Bakara Suresi 186.
[21] 3-Al-i Imran Suresi 38.
[22] 39-Zümer Suresi 8.
[23] Kur’ân’ın Mu’ciz olması demek, insanların ve cinlerin onun benzerini getirmekten aciz olmaları demektir. Daha önce ifade etmiş olduğumuz Kur’ân’ın “Tahaddîsi” budur.
[24] Serahsî, Ebu Bekr Muhammed, Kitâbu’l-Mebsût, Beyrut 1978, cild 1, sayfa 37.
[25] Ibn Abidîn, Muhammed Emin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtar, Istanbul 1984, cild 1, sayfa 483, 484.
[26] Ibn Kudâme, Ebu Muhammed, el-Muğnî eş-Şerhu’l-Kebîr, Beyrut 1992, cild 1, sayfa 526.
[27] Ibn Abidîn, Muhammed Emin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtar, Istanbul 1984, cild 1, sayfa 70 – 74. Bu konuda Hanefî mezhebinin görüşleri geniş olarak verilmiştir.
[28] 26-Şuarâ Suresi 192-196.
[29] 87-A’lâ Suresi 18, 19.
[30] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Cami’li Ahkâmi’l-Kur’ân, cild 13, sayfa 138.
[31] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, cild 3, sayfa 335; Ebu Hayyan el-Endelusî, el-Bahru’l-Muhît, cild 7, sayfa 40, 41.
[32] Doç. Dr. Halil Altuntaş, Kur’ân’ın Tercümesi ve Tercüme ile Namaz Meselesi, 4. Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2006, sayfa 36, 37.
[33] 73-Müzzemmil Suresi, 20.
[34] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Istanbul 1960, cild 1, sayfa 15.
Bu çalışma Ahmed Keleş’in Türkçe Ibadet adlı risalesinin bir nevi hülâsası sayılabilir.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
*
*
Bir Cevap Yazın