Mısırlı Dr. Fehmi Şinnâvî’nin kaleminden Osmanlı Devleti’nin Adaleti

Published by

on

Mısırlı Dr. Fehmi Şinnâvî’nin kaleminden Osmanlı Devleti’nin Adaleti

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Dr. Fehmi Şinnâvî’nin “Hilafet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi” adlı eserinin kapağı

***

Osmanlıları zalim diye vasfettiler ve bu mevzuda bir halk ede­biyatı geliştirdiler. Nice tiyatroları gösterildi, kitaplar yazıldı, fıkra­lar anlatıldı, programlar yapıldı. Bununla iki hedefi gerçekleştiriyorlardı. Birincisi Türklere karşı Arapların beynini yıkamak, ikinci­si de birinci amacın gerçekleşmesinden sonra Arapların toprakları­na ve zenginlik kaynaklarına el koyabilmek… Böylece onları zulme uğramaktan koruyacak güçlü bir müttefikleri de olmayacaktı!

Söyle bana, Allah için, yeryüzünde hangi devletin hakimi Kanunî (Sultan Süleyman) diye isimlendirilmiştir? Tek başına bir devlet başkanının Kânunî diye isimlendirilmesi dahi o yöneticinin adaletine dair en büyük tarihî kanıt değil midir? Oysa aynı tarihi açıp karıştırdığımızda Rusya hükümdarının karşımıza Deli Petro ismiyle çıktığını görüyoruz. Veya başka bir hâkimin sapık ve günahkâr lakaplarıyla meşhur olduğunu müşahede ediyoruz. Andığımız bu tarihî kanıtların hiçbiri de mi inandırıcı gelmiyor?

Osmanlı devleti şeriatı kanunlaştırmıştı. Yüzlerce sene boyun­ca şeriatle yönetti. Onu sonunda Mecelletü’l-Ahkâm diye bilinen kalıba döktü. Bu ilim dünyasında Mecelle diye bilinir. Söyleyin bakalım, Islâm dünyasının neresinde bir halk meclisi ya da senato meclisi kalkıp şeriatı tek tek, madde madde kanunlaştırmaya çalışmış ve bu kadar düzenli bir mecmua derlemiştir? Bugün ne yapılı­yor, habire ertelenip duruluyor! Hemen bir söylenti çıkıyor, kanunların şeriata muhalif maddelerden arındığı belirtiliyor. Ardından şu an yürürlükte olan kanun maddelerinin şeriatın bizzat ken­disi olduğu söyleniyor. Niyeymiş, çünkü hiçbirisi şeriata muhalif değilmiş! Söyleyin hangisi daha zalim? Şeriat kanunlarını genelleştiren ve tek tek maddeler haline getiren araştırmacı bir devletin kendisi ve hukukçuları mı daha zalimdir, yoksa şeriatı uygulamaktan aciz olan ama öte yandan burnu havada gezen ve kibirlenen diğer devlet yöneticileri mi? Mısır’da görev yapmış olan Lord Cromer 1902 tarihindeki raporunda şunları belirtir:

“Mısır’a yerli mahkemelerin Ingilizler tarafından sokuşturulması son derece esef verici neticelere sebep olmuştur. Çünkü yerel mahkemelerin kurulmasından sonra cinayetler artmış, bu suçlarla baş edilemez hale gelmiştir.”

Cromer bu sözlerinden sonra açıkça itiraf eder ki, Ingilizlerin gelmesiyle kurulan mahkemelerden önce hadiseler hakikaten pek azmış. Osmanlıların üslubu ile kurulan mahkemeler de adlî işlerin süratle tamamlandığını ve toplumda suç oranının çok az olduğunu belirtmiş. Çünkü Osmanlı mahkemelerinde ne geciktirme, ne de davayı uzatma vardı. Orada avukatların birbirleriyle oynaması da yoktu. Ya da üst üste gelen yalancı şahitler de yoktu. Çünkü orada genel bir örf hâkimdi. Örften amacımız insanlar arasındaki güvendir. Halk şuna kesinlikle inanıyordu ki, bu mahkemeler hakkı batıldan ayırır, suç işleyene cezasını verir.

Işte Islâm’ın düşmanları bile Osmanlı mahkemelerini böyle tavsif ediyor. Onlar kendilerinin de böyle bir şeriata sahip olmala­rına kimbilir ne kadar temenni etmişlerdir? O dönemde gayrimüslim olan birçok kimse şer’î mahkemelere sığınıyordu. Müslüman­ların kendi adlî meselelerinde hüküm vermelerini istiyorlardı. Ama ah şu siyaset, ah şu siyasî basın… Ama şu Araplar ki, şair Şevki Bey’in de vasıflandırdığı gibi, akılları kulaklarındaydı!

Osmanlı döneminde mahkemelerin durumu hakkikaten övünülecek bir haldeydi. Biz bugün bu vasfa sahip mahkemelere mâlik değiliz:

Mahkemeler şeriatın hüküm sürdüğü, davaların süratle neticelendiği kurumlardı. Anlaşamayan taraflar arasında hüküm veren kadı, din hususunda da bilgisi olan müftünün ta kendisiydi, ve ka­pısını çalan herkese dinî, dünyası hususunda bilgi verirdi; ne fetva­dan, ne de kazadan (hakimlik görevinden) para almazdı. Her şehir­deki ve kasabadaki müftü Kahire’deki genel müftüye bağlıydı. Ge­nel müftüyü de Bâb-ı Âli tayin ederdi. Islâm âleminin her yanında­ki genel müftüler şeyhülislâma bağlıydılar. Şeyhülislâm Osmanlı hilafetinde sultandan sonra en önemli ikinci şahsiyetti. Şeyhülislâm başbakan olan sadrazamdan önce gelirdi. Arşivler Müslümanca bir adaletin uygulandığına tanıklık eden belgelerle doludur. Oysa bu­gün çağdaş devletlerin arşivleri karıştırıldığında karşımıza mahke­me bitmeden vefat eden birçok davalı ve davacı buluruz; yahut öy­lesine ciddi ve önemli davalar vardır ki, kesin bir karara kavuşması gerekirken hemen olağanüstü yasalar çıkar ve herşey tersyüz olur!

Sonunda kanunların sadece adı kalır, hepsi yalaka olur! Osmanlı döneminde mütfü ve kadı’nın önünde bir köle ya da cariyeyle paşa, prens, general, hatta sultanın kendisi karşı karşıya gelebilirdi. Bir mahkeme ki, davacı ve davalıdan birinin köle, diğerinin hükümdar olduğunu düşününüz… Kadı böyle bir mahkemede ya bir celse ya da iki celsede işi bitirirdi, daha uzatmazdı. Hem de işler vakar ve ihtimam ile olurdu. Karşılıklı rızanın da bulunduğunu söyleyebiliriz. Çünkü adaletin Allah’ın şeriatına uygun biçimde ifasına çalışılıyordu.

 

**********

 

KAYNAK:

Dr. Fehmi Şinnâvî, Hilafet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, tercüme eden: Sadık Ömeroğlu, Insan Yayınları, Istanbul 1995, sayfa 35 – 38.

 

**********

 

Kadir Çandarlıoğlu

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

*

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com

*

*

Blog at WordPress.com.